3 Aralık 2010 Cuma

Kaybolmak


Geçen gün Beşiktaş'tan köprü yoluna çıkmaya çalışırken yanlış bir sokaktan saptım. O sokaktan çıkmaya çalışırken daha da derinlere gittim ve bir anda hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim sokaklarında buldum kendimi İstanbul'un. Bütün sokaklar birbirine benziyordu ve nerede olduğumu, ne yöne gitmem gerektiğini çıkartabileceğim bir ipucu yoktu. Dönüp duruyordum. Kaybolmuştum. Ama genellikle kaybolmaya eşlik eden o can sıkıcı his gelmedi içime. Hava çok sıcaktı, gece 11 olmasına rağmen insanlar sokaktaydı, evlerinin önüne masalar, sandalyeler çıkarmışlardı, ışıl ışıldı her yer, şehir evine çekilmiyordu. Ben de yavaşça, 'kaybolma'dan 'gezinti'ye geçtim, sokak aralarında dolaşıp durmak ve gideceğim yolu bulamamak hiç üzmedi beni. Hatta o geceden, o kaybolmadan ilham aldım.

Bugün işyerinden 1 günlük izinliydim, bu kez planlı bir kaybolmanın içine kendim girdim. Sabah evden çıktım, İstanbul'un daha önce hiç gitmediğim semtlerine gitmek, hiç ayak basmadığım arka sokaklarında dolaşmak için. Kısmen başardım. Sıcak yüzünden kısmen.. İstanbul öyle büyük, öyle katman katman bir şehirdi ve hava o kadar sıcaktı ki, İhsan Oktay Anar'ın bir kitabındaki kahramana özendim; dünyayı oturduğu yerde, aklının içinde gezen o kahramana.

Kaybolmak demişken, Beşiktaş'ta kaybolduğum o akşam, beni 'kaybolmuş' yapanın ne olduğunu düşündüm. Gideceğin yeri bilmek ama oraya gidememek, kaybolmak. Gitmek istediğin bir yer yoksa, kaybolmak yok, dolaşmak var.. :)

12 Kasım 2010 Cuma

Ayaküstü



Kitap okumaya dair hissettiğim en yoğun hazzı, kitapçıda ayaküstü, merak ettiğim bir kitabın, rastgele bir sayfasını açıp okumaktan alıyorum. Bir sayfayı okuyorum, kitabı yerine koyuyorum, bitti. Ben kitabı kapatırım, ama içindeki olaylar akmaya devam eder, Viktor karısını terk eder, Aydan küçük kızı yanına çağırır, yeniçeriler kapıyı yumruklar. Bir evin penceresinden evin içine bir süre bakıp yürüyüp gitmek gibi. Sadece bir sayfalığına ordayım, onlarlayım, sonra yokum, bir başka yerdeyim.

29 Ekim 2010 Cuma

Eskici



Bugün bir eskici gördüm sokak arasında; onların ittikleri, tekerlekli, büyükçe tahta arabaları olur ya tezgah gibi, işte o arabanın üstüne yumuşak güzel bir şezlong koymuş, birisi vermiş yani, onun üstünde de dev bir oyuncak ayı uzanmış yatıyordu. Bu güzel güneşli günde, sevimli bir kocaman ayı şezlonga uzanmış, adam da onu bir yerlere götürüyor gibiydi.. bir güneş gözlüğü eksikti ayının :)

Eskiciler ne acayiptir di mi; birisinin eskisini, başka birisinin yenisi yapıverirler..

20 Ekim 2010 Çarşamba

Yazmak. Çok Yazmak.


Tam 600 sayfalık bir kitap okuyorum, Henry James'in bir romanı.

Olan biten çok az şey var, biz karakterlerimizin iç dünyalarını tanımakla meşgulüz, kendi iç dünyamı, kişiliğimin siluetini Ralph, Gilbert ya da Isabel'inki kadar enlemesine boylamasına bilmiyor olabilirim, iiiiinnnnnceciiik ilmeklerle yavaaaş yavaaaş dokunan bir kumaş düşünün...ve en sevdiğiniz tatlıyı yer gibi bir romanı okuduğunuzu... yüzlerce sayfa boyunca yazar, bize hissettirmeden vites artırır, arabanın ne ara o kadar hızlandığını farkedemezsiniz bile. İlk yüz sayfayı okuduğum sürenin yarısında ikinci yüz sayfayı okudum, onun yarısı kadar zamanda üçüncü yüz sayfayı ve dün artık elimden bırakamıyordum kitabı, sabah birkaç sayfa daha okuyayım derken işe geç kaldım... Tehlikeli bir oyun bu sayın yazar, ya en başta bıraksaydım kitabınızı...

Tam 600 sayfa.. Dün düşündüm, o kitabı bir deftere el yazımla geçiriyor olsaydım, bunu yapmam bile haftalar sürerdi.. Ya yazmak???! Bunun gibi yirmi derin roman ve daha başka pek çok şey yazmak???!

Bu vesileyle, bugünün küçük hikayesi, büyük yazar Henry James'i takdimimdir. Geç bile kalmışım...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kopernik


Kopernik Polonyalıymış. Alman ya da Hollandalı falan değilmiş. Dün öğrendik.. Koskoca Kopernik. Nedense ağırımıza gitti Polonyalı olması :)) Gökbilimci, fizikçi neden önemli, çünkü onların buldukları bütün diğer bilimleri, hatta inanç sistemlerini etkiliyor. Kopernik de öyle, güneşin dünyanın etrafında değil, tam tersi dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ispatlamış, bilimsel devrimi başlatmış.

Bizim böyle gökbilimcimiz var mı, hadi tamam o da şart değil, böyle çook meşhur bilim adamlarımızı bir sayalım dedik eskilerden. İbni Sina dedik. İranlıymış. Farabi dedik İranlıymış. Biruni, artık bu kesin Türk dedik, o da olmadı. Kökleri kesin olarak bilinmiyormuş, belki İranlı, belki Türki (Türk değil, Türki, mesela Kazaklar da sahip çıkıyor kendisine) ama Türkiliği en zayıf ihtimal, çünkü Farsça, Arapça, hatta Yunanca bile yazmış ama Türkçe, hayır..

Bulamadık böyle dünyaca ünlü, ilimi, bilimi sarsan bir eski Türk bilim adamı şöyle Kopernik ayarında. Bildiğimizi sandıklarımız da böyle çıktı işte. Ama niye Türk sanıyorduk ki biz onları zaten.. Kızılderililer bile Türk ya, ondan mı :)))

23 Eylül 2010 Perşembe

Mevsimler


Mevsimlerin sonuna doğru hep şikayet ederiz ya, yazı bekleriz bekleriz, sonra gelince de sıcaktan bunalırız, ah bir yağmur yağsa deriz. Sonra kış gelir, önce seviniriz, sonra hemen vazgeçeriz, bıktık yağmurdan çamurdan deriz.

Benim buna bir önerim olmuştu eskiden. Bir sonraki mevsimin ne olacağını bilmesek ne güzel olurdu dedim. Şimdi yazdayız ya, sonra hangi mevsimin başlayacağı sürpriz olacak, başladığında anlayacağız sadece. Yazdan sonra pat diye kış da başlayabilir, ilkbahara da dönebilir. Ama biz önceden bilmeyeceğiz hangi mevsimin geleceğini.

Bunu söyler söylemez herkes öyle bir şiddetle itiraz etmişti ki, gören de ben söyledim diye hemen bu sisteme geçilecek zanneder :) ben sürprizli mevsimlerin hayatımıza heyecan katacağından emindim ama herkes bütün mevsimler sırayla gelsin gitsin istedi. Benim dediğim gibi olsa, tatillerimizi planlayamazmışız, çiçekler açınca donarmış, ekonomi bozulurmuş, mağazalar hangi mevsime göre giysi satacaklarmış... Velhasıl olmadı, yazdan sonra yine sonbaharın geleceğini biliyoruz, sonra kış, sonra ilkbahar, sonra yaz...

11 Eylül 2010 Cumartesi

Mad Men



Mad Men diye bir dizi var, 1950lerin sonlarında, Amerika'da reklamcılığın kendini bulmaya başladığı yılları anlatan ve bir reklam ajansında geçen bir dizi. Dizinin ne olduğu hiç önemli değil de, insanın ister istemez dönemin detaylarına gözü takılıyor.. Mesela deli gibi sigara içiyorlar, öyle böyle değil. Kadın jinekoloğa gidiyor, doktor muayeneye başlamadan bir sigara yakıp kül tablasına koyuyor, işini bitirince sigarasını alıyor hemen eline..

Benim en çok dikkatimi çeken, Amerika'nın orta-üst sınıfında yaşayan bir ailenin sahip olduğu şeyler oldu; kadının da, adamın da arabası var. Evlerinde buzdolabı, çamaşır, bulaşık makinaları, her türlü küçük ev aleti, telefon vs aklınıza ne gelirse var. Dikkatinizi çekiyorum, sene 1959, yani bundan yarım yüzyıl önce! Ben bunlara bakıp sinirlenmekten diziyi seyredemez oldum.. Ama bardağı taşıran damla, kadının kocasına artık klima alma zamanının geldiğini söylemesi oldu. Klima! 1959'da! Biz eve klimayı daha birkaç sene önce aldık! Vardı da alamıyor falan değildik, yoktu.. Çok fena uyutulmuşuz bunca yıl.. Biliyorsun da, gözünle görmeden inanmıyorsun..

8 Eylül 2010 Çarşamba

Multivitamin



Doğru düzgün meyva falan yemediğim için vitamin hapı alıyorum bazen. Multivitamin. O haşmetli hapa vitamin demek ayıp olur.. O kadar kocaman ki insanın boğazından geçmiyor...

Geçen gün bu hapın içinde ne var diye etiketine bir bakayım dedim. Meğer vitamin diye, bildiğiniz bütün madenlerden azar azar alıyormuşum. Demir, kalsiyum, magnezyum bilirdim ve anlarım da, yahu bor da mı lazım? Ya çinko, manganez, bakır ve kroma ne demeli??!! Hepsi bu 'vitaminin' içinde.

Sonra düşündüm bu madenler bize nereden geliyor diye, çünkü ilk yapılışta var ki eksik olunca hapla tamamlamak gerekiyor. Toprakta, suda olur maden. Bir de insanda! Demek ki herşey, hepimiz aynı ilahi maddeden yapılmışız :)

Hepimizde var biliyorum ama içinde çeşit çeşit madenler olan bir 'süper kahraman' gibi hissediyorum kendimi birkaç gündür :)

4 Eylül 2010 Cumartesi

Zaman - Bölüm 1


Zaman, üstünde en çok düşündüğüm kavram idi, bu aralar başka birşey düşünmez oldum diyebilirim. Birbirinden kopuk ama birbirini tamamlayan bir sürü şey yazabilirim zamana dair. Buna hakkım var. Çok düşündüm.

30 yaşına kadar zaman, hızlanmasını istediğin birşey. Sonraysa yavaşlamasını, mümkünse güzel bir yerde durmasını...

Ama zaten kendiliğinden hızlanıp yavaşlıyor da; türbülanslı bir uçak yolculuğunda iki saat, otomatikman iki güne uzuyor. Bu aralar hep uzama eğiliminde, canım sıkılıyor.

Zaman akışkan da birşey. Yıllar önce Salvador Dali'nin bir sergisini görmüştüm, eriyip uzayan saatler vardı sergide. Zaman diyince aklıma kum saatinden önce bu imge geliyor artık. Oysa gerçeği o, kum saati. Saniyeler.. Özdemir Asaf'ın Bebek'teki meyhanesinin duvarında sadece saniye ibresi olan bir saat varmış, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini farkettirmek için...

Mandrake'nin bir macerasında okumuştum küçükken, aynaya birşey püskürtüp diğer tarafa geçiyordu. Aynanın diğer tarafındaki hayatta, para birimi zamandı. Şimdi para kullandığımız herşey için ömrünüzden zaman verdiğinizi düşünün. Bir televizyonun değeri bir ay mesela. Bir adamcağız vardı, unutamıyorum o kareyi, ölmek üzereydi, '6 saat, nolursunuz 4 saat, tamam 2 saat olsun' diye birşeylerini satmaya çalışıyordu.

Alice Harikalar Diyarında, Çılgın Şapkacı, Alice'i o kadar uzun zamandır bekliyormuş ki, sonunda geldiğinde Alice'e diyor ki, 'zaman bile beklemekten gücendi ve durdu'.. Alice gelince de saatleri tekrar çalışmaya başladı :)

Yazmaya devam edeceğim. Eylemlerim sürecek. Zamana karşı ve zamana dair.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Etiket



Kıyafetlerin üzerinde eskiden ufacık etiketler olurdu. Küreselleşme sağolsun, artık defterler dikiyorlar kıyafetlere; bilmemkaç dilde pamuk demeyi öğrendim artık. Yıkama talimatları, kıyafetin yapıldığı maddeler, şunlar bunlar derken ve bunların hepsi İngilizceden Çinceye kadar yazıldığı için sayfalar halinde ufak bir defter olmuşlar :) Şimdi üstümdekine baktım, insaflı çıktı bu, 3 sayfa sadece. Geçen gün inanmazsınız tam 8 sayfa saydım, üstelik üzerimize giydiğimiz en küçük giyside! Kesince de çirkin oluyor, napiyim bilemedim, üzerimde defterlerle dolaşıyorum...

20 Ağustos 2010 Cuma

Yerin Kulağı



Dün akşam üç arkadaş bir kafede buluştuk. Son gelen arkadaşım, yerine oturdu, birşeyler anlatmaya başladı. Birinden bahsediyordu, anlattı, anlattı, pek de iyi şeyler söylemiyordu.. Tanımadığımız bir kişiydi anlattığı, onun da şahsen tanıdığı biri değildi zaten.. Bir an durduk.. Yan masadan birisi bize bakıyordu, biz de ona baktık.. 'Adım çok geçti de' dedi.. Arkadaşımın dakikalardır anlatıp durduğu kişi, yan masada oturuyormuş... Yerin kulağı vardır derlerdi de inanmazdım :((

30 Temmuz 2010 Cuma

Saat ve Folklör



İlkokulda folklöre gidiyordum bir ara. 4. sınıftaydım galiba. Haftada birkaç gün çalışma oluyordu, çok da seviyordum folklör oynamayı, aksatmadan gidiyordum. Ama çalışmadan çıkınca terli terli eve yürüdüğümden annem folklöre gitmemi hiç istemiyordu. Hasta oluyormuşum. Olmadıysam da her an olabilirmişim.

Gösteri gününe 1-1.5 ay kala bize dediler ki, artık folklör kıyafetlerinizi alın. Mısır Çarşısı'na gidip alınacak, bir tek orada satılıyor. Annemle sabah kalkıp yola çıktık. Mısır Çarşısı'na geldik, folklör kıyafetleri satılan yeri bulduk. Gaziantep ekibi. Adam çıkardı. O kadar güzeldi ki. O zamanın parasıyla da tam 5 bin lira.

İşte o anda annem bana bir teklif yaptı; eğer bu kıyafeti almazsam ve folklörden çıkarsam o 5 bin lirayla bana çok güzel bir saat alacağını söyledi. Şimdi düşünüyorum, neyle neyi karşılaştırmışım acaba - 1 günlük bir gösterinin mutluluğuna karşılık büyüdüğümün ispatı olacak güzel bir saat herhalde.

Kabul ettim teklifi. Kurstan da çıktım. Annem de sözünde durup bana güzel bir saat aldı. Rakamlarının yanında küçük fosforlu noktalar olan, geceleri de ışıldayan güzel bir saat.

Zaman geçti, gösteri günü geldi. Arkadaşlarım güzel kıyafetleri içinde folklorlarını oynadılar, herkes onları seyretti, alkışladı. Bense bir onlara, bir de kolumdaki saate baktım.

Hayat bundan ibaret bence; saatlerle folklör arasında yapılan seçimler... ve bunları anlattığımız hikayeler :)

23 Temmuz 2010 Cuma

Küstüm Çiçeği


Bugün inanılmaz bir çiçekle tanıştım; adı Küstüm Çiçeği. İncecik, ip gibi incecik dalları, küçük küçük yaprakları var. Dokunduğunuz anda yaprakları kapanıyor, dalları da aşağı iniyor.. Küsüyor yani :) ’Sen bitki değilsin arkadaşım’ dedim kendisine. Bu kadar atraksiyonlu bitki olur mu..

Sabah işe gidince anlattım bunu arkadaşlara, Burcu biliyormuş bu çiçeği, ’kendini korumak için öyle yapıyor’ dedi, yağmur falan yağarken kırılmamak içinmiş.. Kendini korumak ve kırılmamak için küsülmesi de ayrı bir düşünülesi konu. Doğadan alınacak dersler varmış gerçekten..

22 Temmuz 2010 Perşembe

Taksi Şoförü



''Prag'da herkes İngilizce biliyor.'' 3 gün boyunca önüme gelene bunu söyledim Prag'da. Herhalde Moskova'da derdimi anlatabilmeye hasret kalmışım. Oysa Prag'da herkes İngilizce biliyordu; polisler, tezgahtarlar, garsonlar, taksi şoförleri bile.

Havaalanına gittiğim taksinin şoförü bana pes dedirtti artık. 40 yaşlarında, cool bir adam, şıkır şıkır da İngilizce konuşuyor. Daha fazla dayanamadım, ''Bütün Çekler İngilizce biliyor'' hipotezimin son deneklerinden biri olacak adama, ''Çek misiniz?'' dedim. ''Değilim, Bulgar'ım.'' dedi. ''Ama merak etmeyin, havaalanının nerede olduğunu biliyorum.'' diye ekledi neşeyle. ''Ne güzel İngilizce konuşuyorsunuz.'' dedim. ''Çok mu garip?'' dedi. ''Bir taksi şoförünün bu kadar iyi İngilizce konuşması sık rastlanan bir şey değildir.'' dedim utanmadan.. O hoş ses tonuyla ''Hayatım boyunca taksi şoförü değildim..'' diye cevap verdi.

Peki ben ne yaptım? Sustum ve camdan dışarısını izlemeye koyuldum. Ayağıma kadar gelen küçük hikayeyi orda bıraktım :(

Çeklerin çoğu İngilizce biliyor arkadaşlar. İşinize yararsa...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Genetik İspat


Röportaj okumayı çok severim ben. Kestirmeden bir insanı tanıyıverirsiniz. Yalnız röportaj yapılmaya değer bulunan insanlarda dayanamadığım bir illet var - çoğunluğu başarısını, yeteneğini hep bir yerlere dayandırma ihtiyacında. Dedem cumhuriyetin ilk edebiyat öğretmenlerindendi, babannem Fransa'da heykel eğitimi alan ilk Türk, annem İstanbul'da ilk modaevini açan kadın, hep bir akrabaları, ataları bir şeyi Türkiye'de ilk kez yapmıştır bu arkadaşların. Genetik bir ispat çabası hep. Ne gerek var ki? Esinlendiysen tamam da, yoksa bırakalım bu dna hafiyeliğini. Cesur olalım, BEN yaptım oldu diyelim.

Gururla söylüyorum, dedem kaptanmış ama ben denizi hiç sevmem. Sevdiğim şey, babannemin rahatlığının izlerini kendimde görmem; koyverme zamanını çok iyi ayarlarım hayatta :)) Bir gün torunum olur da, yazmaya kalkarsa, annanem de facebook'un ilk yazarlarındanmış diye ortaya çıkmasın sakın, yasaklıyorum, burdan ilan etmiş olayım çocuğum.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Kompozisyon Ödevim



Aklımdan bir küçük hikaye geçtiğini anladığında D. ''kalemşör seni'' dedi bana demin. Ben de ondan bana bir konu vermesini istedim. Madem kalemşörüm, her konuda yazı yazabilmeliyim dedim ve ne uzunlukta yazmamı istediğini sordum. Konum şu; Arkadaşlar ne işe yarar? Uzunluk; yarım sayfa..

İnsanın kendini bildi bileli arkadaşları olur; hayali arkadaşları, mahalleden arkadaşları, annenin arkadaşlarının çocuklarından yaptığın arkadaşlar... Lisedeydik, bir çocuk yanımıza gelip konuşmuştu, kim bu dedik Merve’ye, yuvadan arkadaşım demişti, aklımız durmuştu.. zira kazık kadar insanların yuvadan arkadaş olması komiktir.. Sonra okul arkadaşları, sıra arkadaşı, yazlıktan arkadaşlar, dersaneden arkadaşlar.. Büyüdükçe büyüdükçe iş arkadaşları. Yeni işten arkadaşlar, eski işten arkadaşlar. Arkadaşlarımızın tanıştırdığı arkadaşlar.. Bu böyle gider de gider.. Bazılarıyla devam eder, ama bazıları bayrak yarışındaki gibi elden ele geçirirler arkadaşlığı. İlkokul arkadaşları ortaokul liseye, onlar üniversiteye, onlar ilk işe derken bir yandan eklenerek bir yandan çıkararak devam ettiririz bu zinciri. Tek değişmeyen ise en iyi arkadaşlardır ve onlar aslında arkadaş değil, ailedir.

Geçen akşam biraz da hüzünlenerek artık görüşmediğim bazı arkadaşlarımın resimlerine baktım.. ve farkettim ki, yaşadığımızın aslında en önemli kanıtı o günleri birlikte yaşadığımız arkadaşlarımız. Onlar bizimle yola devam ettikçe o yaşadıklarımızı yaşamış oluyoruz, onlar varoluşumuzun tanıkları aslında. Tanıklar olmayınca yaşadıklarımız da yaşanmamış gibi oluyor. Kaybolan yıllar efekti diyeceğim şimdi ben buna, en başta kendim üzüleceğim, o yüzden demeyeyim bari. Ya da durun, ben gidip bütün eski arkadaşlarımı arayayım en iyisi.


12 Haziran 2010 Cumartesi

Sıfır Beş Kalem


Temkinli insanımdır vesselam. Sağlamcıyımdır. Risk almayı pek sevmem. Yeni maceralara atılacaksam bile, mümkünse öncesinde nasıl bir maceraya atıldığımı bilmek isterim.

İlkokul 3.sınıftaydım. 0.5 kalemler daha yeni çıkmıştı. (torunuma anlatır gibi oldu ama ah ah, biz 70li yıllarda doğanlar, herşeyin hem yokluğunu, hem varlığını gördük). O zamanlar kurşun kalem kullanıyorduk ve 0.5 çok değişik bir icattı bizim için. 8 yaşında olmama rağmen, gidip bir 0.5 kalem almak bana radikal bir şey gibi geliyordu. Oysa sıra arkadaşım Leyla, bir tane almış, hatta hemencecik kırmıştı bile.. Etrafını bantlamış, kullanmaya devam ediyordu. Ben de bu tuhaf icada hemen geçmeden önce bir deneme yapmak istedim; Leyla'nın kırık 0.5'ini 40 liraya almayı teklif ettim, yenisi 100 liraydı. 100 lirayı verip ya 0.5lerin bana uygun olmadığını anlasaydım ne yapacaktım? O denemeyi 40 liraya yapmak elbette daha mantıklıydı :) İşte ben de, sağlamcı bir işadamı gibi, küçük ve emin ilerledim. Leyla da kırık 0.5'ini paraya çevirebilmenin mutluluğu içindeydi. Kazan-Kazan :)

Sevdim 0.5leri sonra. 40 liraya değdi yani :))

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Eyjafjallajokull


Evet, aynen böyle yazılıyor. İzlanda’nın harekete geçen volkanı, Amerika’da şirket merkezindeki toplantılarda yakaladı bizi. Bölge müdürümüz olayı şöyle duyurdu; geçen yıl iflas ettikleri yetmiyormuş gibi, şimdi de yanardağları patladı :) Amerika saatiyle Perşembe sabahıydı ve Avrupa’nın kuzeyinin kül bulutları yüzünden hava ulaşımına kapandığını öğrendik. Saatler ilerledikçe sadece kuzeyinin değil ortasının da yavaş yavaş volkanın kontrol alanına girdiği haberi geldi.

Böyle şeyler bana garip bir heyecan verir. Büyük birşeylere, yıllar sonra genel kültür yarışmalarında, yüzyıl belgesellerinde konu olacak, unutulmaz bir olaya tanık olmaktan müthiş bir keyif alırım; tabi ki kimsenin burnu kanamadığı sürece.

Perşembe akşamı bizim de uçak saatimiz geldi. Giderken Frankfurt üzerinden aktarmalı giden bizim, nasıl olduysa dönüş biletimiz Münih aktarmalı alınmış. Avrupa kıtasına Boston’dan kalkan son uçaklardan birinde, farklı bir rotadan Atlantiği geçerek Münih’e ulaştık ve İstanbul’a kalkan uçağımızı yakaladık. Arkamızdan Münih havaalanı da kapandı... Biz bir çizgi filmde olsaydık, kül bulutu tam üzerimize gelirken biz tombik bir uçakla kılpayı buluttan kaçmış olacaktık ve bulut çatılmış kaşlarıyla arkamızdan bakacaktı..

İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar, Belçikalılar, İrlandalılar, Almanlar, Danimarkalılar ve onların ülkelerinden geçerek evlerine gidecek daha pek çok insan ya Amerika’da kaldı ya da bizim gibi Münih ya da hala açık olan bir-iki havaalanına inmeyi başaranlar trenlerle ya da araba kiralayarak evlerine gitmeye uğraştılar. Binlerce yolcu da evlerine gidebilmek için bekliyor. Bizden 2 saat önce Amerika’dan Frankfurta yola çıkan Romanyalı arkadaşımızın, evine daha bu sabah varabildiğini öğrenince çok şaşırdım. 80 Günde Devrialem gibi, bir trenden diğerine geçerek 31 saatte Frankfurt'tan Bükreş’e ulaşabilmiş.. Avrupa'ya uçamadıkları için Kahire’ye uçanlar var, Avrupa'ya arka kapıdan girmeye çalışacaklar, yanardağa görünmeden :) Akıl almaz birşey bu Eyjafjallajokull'un yaptıkları. Bunun üzerine bir doktora tezi yazılabilir ve aslında en heyecanlısı, dünyayı daha ne kadar etkileyecek bilmiyoruz..

Biz ne Amerika’da mahsur kaldık, ne Avrupa’da. Ne çadır otellerde uyuduk, ne de trenle bütün Avrupa’yı geçtik. Yüzlerce insan şansımızı kutladı ama ben isterdim biz de Eyjafjallajokull’un sayesinde küçük hikayeleri yazılacak bir macera yaşayalım, gelince de anlata anlata bitiremeyelim.. Çünkü bence yaşanan, yaşarken ne kadar garip ya da korkutucu olsa da, yaşanmayandan daha değerli...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Teknoloji



Her zaman merak ederim de, bu sefer daha da bir merak ettim uçakların nasıl uçtuğunu. Koskoca bir metal yığınının nasıl olup da uçarak Atlantiği geçebildiğini. Bırakın bunu, nasıl havalanabildiğini bile anlayamıyorum.

Aklımın almadığı daha o kadar çok şey var ki; sensörlü kapılar nasıl açılıp kapanıyor, telefonla nasıl konuşabiliyoruz, sesimiz kablolardan geçip diğer tarafa nasıl ses olarak gidebiliyor. Uzaktan kumanda, televizyonu nasıl açıp kapatabiliyor. Radyo nasıl çalışıyor. DVD, CD, mp3.. Hele fotoğraf makinesi yok mu, işte o beni delirtiyor. NASIL oluyor da bir düğmeye basıyoruz ve bizim aynımız o karede beliriyor. Bunu anlamadığım için kameraya zaten hiç kafa yormuyorum...

’Bir bilen’ olabileceğini düşündüğüm insanlara bazen soruyorum – ya şu uçaklar nasıl uçuyor anlamıyorum diye.. neymiş efendim, akışkanlar mekaniğiymiş. (belki bu değildir bile, ama aklımda bu kalmış, ’nasıl oluyor’ soruma aldığım cevaplar sıklıkla böyle başlar, akışkanlar mekaniği diye, ne olduğunu hala anlayabilmiş değilim : ) Canım ne var onu anlamayacak, motorlar sayesinde, uçak havanın üstünde gidiyor.. böyle diyorlar bana. Ne kadar açık ve net değil mi.. Telefon? Radyo? canım, ses dalgalarına dönüşüyor sesimiz, onlar aktarılıyor işte karşı tarafa. Fotoğraf makinesinin olayı da ışık.

Öyle basitmiş gibi anlatıyorlar ki, sanırsınız kendileri icat etmiş.. Ama ben bir cümleyle bırakmıyorum, açıklayamadıkları noktaya kadar soru sormaya devam ediyorum çünkü hepsinin düğümlendiği bir garip yer mutlaka var. Sonunda onların kafası karışmış, ben de o aletin nasıl çalıştığını hala anlayamamış olarak uzaklara dalıyoruz. Benim içim rahat, en azından biliyormuş gibi yapmıyorum :)

Bakmayın, seviyorum aslında bunları anlamamayı, biraz da ondan anlamıyorum galiba. Şaşırmak, çocuksu, güzel bir duygu, şiddetle tavsiye ederim :)




6 Mayıs 2010 Perşembe

Güneşi Selamlıyorum


İki gündür şiddetli bir güneş var, hiç bu kadar hissetmemiştim güneşin yaşam kaynağı olduğunu.. Öyle ki dün sabah kapıdan çıkınca, kendisini selamlamak zorunda hissettim, o da sağolsun bütün güç kaynaklarının düğmesine teker teker basmış ve milyonlarca volt enerjiyi üstümüze yollamış sanki..

Kış çocuğuyum ben, bir kar fırtınasında doğmuşum, yıllardır da yazla ve güneşle barışamadım. Yağmurlu, gri havalar garip bir şekilde mutlu eder beni, kendimi iyi ve üretken hissederim.. Yaz ve onun elebaşı güneş beni bir huzursuz eder, içerde dursan duramazsın, dışarda yapmak istediğin herşeyi yapamazsın.. İşteysen çalışmayıp aylaklık edesin gelir.. İşte o yüzden güneş mutluluk vermesine verir ama bu kafa karışıklığıyla birlikte..

Küçükken resim yapmaya başladığımda, ilk iş sayfanın sağ üst köşesine sarı bir güneş kondurur, ışınlarını da uzunca çizer, ondan sonra resme devam ederdim.. Ama bilgeliğiyle bir türlü barışamadım, yazın yaklaştığını müjdeleyen her ilkbahar, neden onu herkes kadar sevmediğimi düşündüm düşündüm. Bu yüzden farklı olmak da uzun yıllar canımı sıktı.. sonra birkaç insana rastladım benim gibi, 'güneşi sevmeyen deli' olmadığıma karar verdim.. ya da 'güneşi sevmeyen deliler'izdir belki de biz :)

Ama bu bahar, gelişinden anladim ki, güneşin benim için bazı planları var, her zamankinden başka türlü parlıyor çünkü. Onu yok saymama izin vermeyecek. Herhalde zamanı geldi.

29 Nisan 2010 Perşembe



Geçen hafta Moskova'daydım.. Moskova'nın kendisi koskoca bir hikaye eder ama aradığım küçük hikaye son gün gelip beni buldu...

Moskova'ya gideceklerin okuyacağı turist rehberlerinde adı geçen yerlerden birisi de Kafe Puşkin. Biz de bir klasik olduğunu düşünerek kalktık gittik. Eski bir binada, (Moskova'daki birçok eski dükkan ve kafenin olduğu gibi) dışarıdan baktığınızda kafe olduğunu bile anlamayacağınız bir yer. İçeri girdik, loş, kadifeli, klasik bir mekan gerçekten. Garsonumuz güzel bir İngilizceyle gelip kendini tanıttı; Nikita. 'Nikita Kruşçev gibi mi?' demem çok hoşuna gitti, bense İngilizce bilen bir Rusla iletişim kurabilmenin mutluluğu içindeydim..

Puşkin bilirsiniz ünlü bir Rus şairi.. Moskova'da adı Puşkin olan çok yer var, bir kafe olmasına da şaşırmamıştık. Oysa ki hikayesi hiç böyle değilmiş. Nikita anlatıyor; ünlü Fransız şarkıcı Gilbert Becaud, Nathalie adındaki şarkısında Rusya gezisinde kendisine eşlik eden rehberi Nathalie'ye der ki, sen Ekim Devrimi'nden, Lenin'den bahsediyorsun ama ben seninle Kafe Puşkin'e gidip sıcak çikolata içmek istiyorum.. işte şarkı böyle dediği için Fransız turistler Moskova'ya geldiklerinde Kafe Puşkin'e gidip sıcak çikolata içmek istiyorlarmış. AMA ne yazik ki, öyle bir kafe yokmuş! Becaud'nun şarkısında geçen Kafe Puşkin hayaliymiş..

Sonunda bu hayali gerçek yapan isteyen birileri Kafe Puşkin'i açmış.. ve şimdi Moskova'nın ünlü kafesine gidip muhteşem tatlısından yerken Nikita'yı dinleyebiliyorsunuz.. Biz sıcak çikolata içmedik, capuccinomun köpüğündeki pi sayisi sizi şaşırtmasın, kiril alfabesinde pi, P harfi için kullanılıyor. Puşkin'in P'si o yani :)

23 Nisan 2010 Cuma

Evren



Nil'in sarkisi kulaklarimda çınlıyor "yok ki senin bir yedegin", camdan bulutlari izliyorum. Bazen hayati kocaman bir far paletine benzetiyorum, ne renk isterse onu gozune surebiliyor insan ve sonra oyle goruyor dunyayi.

Evrene inanir misiniz? Ben cok isaretine, tatli tezgahlarina, akil almaz surprizlerine tanik oldum evrenin. Boyle evren evren diyip durdugum bir gun Utku demisti ki, 'Evren ne ki? Cenab-i Hak mi?' :) Onun tek tek bizlerle ugrasmayacagini varsaydigim icin, bu enteresan kucuk olaylari, tesadufleri, surprizleri 'Evren' ekibinin yaptigina inanirim ben.

Serkan'in master kaydinda isine yarayacak asker akrabanin sabah sabah, ustelik 'Enver' adiyla ortaya cikmasi gibi. Butun gun adini hatirlamaya calistigim dublajcinin aksam bizim apartmanin onunde 'abi Fatih ben' diye telefonda konustugunu gormek gibi. Dusunsem, dusunseniz yuzlerce binlerce ornegi vardir her gun yasanan..

Cok guclu bir mizah duygusu olduguna da inaniyorum Evrenin, planlarini hazirladiktan sonra geriye cekilip gulerek bizi izlediklerini dusunuyorum, onlarla birlikte ben de guluyorum cogu zaman.

Bursa'da yasayan bir arkadasimla fena bozusmustuk bir keresinde. Sonra bacagimin yan tarafi agrimaya basladi, elbette olaydan bagimsiz.. Doktora gittim. 'Bursa bolgenizde sorun var' dedi. 'Efendim, anlayamadim?' dedim. 'Bursa bolgesi diyoruz oraya tipta, yazdigim ilaci kullanin gecer' dedi. Yukari bakip, 'cok komik!' diyerek basimi sallayabildim sadece...

18 Mart 2010 Perşembe

Uçan Kedi


Arka arkaya iki kedi hikayesi demeyin sakın çünkü dün akşam inanılmaz birşey oldu.
Canerle mutfakta çalışıyorduk, bizim şirketin mutfağı zaman zaman toplantı ya da calışma odası gibi kullanılır. Arkamız pencereye dönüktü, bizim mutfağın tavandan yere kadar kocaman camları var. Çalışırken Caner birden arkasına bakıp 'Camda kedi mi var?!?' dedi. Camda nasıl kedi olsun, bizim şirket binanın 2.5uncu katında gibidir kot farkından. 2.5uncu katta, camın pervazında ancak uçan kedi olabilir :) Akşam akşam cok çalışmaktan diyordum kiii, bir de ne göreyim, gerçekten camda kedi var! :) Ödümüz koptu aşağıya düşecek diye, daracık pervazda sağa sola yürüyüp duruyor, içeri girmek istiyor. Kediler böyle tehlikeli zamanlarda cok asabi olurlar, onlara dokunmaya çalışırsanız sizi pişman ederler. Ben de camı açtım, belki içeri zıplayabilir diye, ama azıcık geriye çekilip yarım metre yükseğe zıplayacak yer yok ki, kedicik napsın...
Peki kedi oraya nasil cikmis? Bunu bulursak indirmenin yolunu da buluruz dedik, meğer taaa ötedeki yangın merdiveninden çıkmış ve mutfak camının önüne kadar incecik pervazda yürümüş.. Tekrar merdivene kadar yürütür müyüz acaba dedik, camdan cama çağırarak... Caner diğer cama koşarken baktım böyle zor olacak, korkmadım, elimi uzatıp ensesinden tuttum, içeri çektiiim :) Kedi mutfaktaydı. Ofiste kedi beslemeyi hayal eden bir kısım kedisever için mucizevi bir an :) Hemen yemek verdim, sonra kucaklayıp aşagı indirdim. Gün bitmeden bu küçük hikayeyi gönderdiği için de evrene teşekkür ettim :)

8 Mart 2010 Pazartesi

Beklemek



Beklemek nedir diye düşünmeye basladim.. fiiller üzerine, her bir fiil üzerine sayfalarca yazı yazılabilir, günlerce konuşulabilir.. bunu farkettim birden..

Beklemek çok garip bir fiil... bir durağanlık var içinde. beklemenin gerçekleşmesi için birşeylerin durması gerekiyor. benim, sitenin geri gelmesini beklediğimi nerden bileceğim diye düşündüm.. o siteden vazgeçip başka sitelere girerek mi beklemiyor olurum? yoksa site tekrar açıldığında ben girmezsem mi beklememiş olurum? neyi yapmayı durdurmam gerekli beklediğimi anlamam için, düşünüyorum.. otobüsü beklersen yürümeyi durdurursun.. ya da başka birşeye binmezsin.. otobüsün geleceğine de inanman gerek beklemek için di mi.. yoksa beklemezsin.. demek ki iki şey var şu anda elimizde; inanmak.. durmak..

Otobüsün gelmeyeceğine inansam da beklersem ne olur? yapar mı insan böyle birşey? yapacak daha iyi birşeyin yoksa, orada durmakla dünyada yapılacak herhangi birşey arasında hiçbir fark yoksa beklersin.. ama o da beklemek olmaz.. o sadece orada durmak olur..

Hüzünlü bir tarafı da var beklemenin; belli ki birisine ya da birşeye çok ihtiyaç duyuyorsunuz, o olmadan birşeyleri yapamıyorsunuz ve bekliyorsunuz..

Şimdi aklıma geldi, odası bile var bu fiilin, ne garip..

Keşke olmasaydı. Keşke beklemek hiç olmasaydı. İsteseydiniz ve o ne ise orda olsaydı.

6 Mart 2010 Cumartesi

Türk Dil Kurumu'na Sesleniyorum


Türk Dil Kurumu'na sesleniyorum, noktalama işaretlerinin arasına gülme ve üzülme işareti de eklensin. Artık bunlar olmadan yazı yazamıyorum. Noktadan virgülden daha hayati oldular. Bunları kullanmadığımda ya çok sert ya cok asık suratlı oluyor cümlelerim, hiçbirşey olmasalar kravatlı oluyorlar. Üzüldüğüm şeylere aslında kızmışım gibi oluyor. Anneme mesaj yazarken kullanamıyorum, çünkü bu işaretleri bilmiyor. O zaman anlıyorum aslında ne kadar lazım olduklarını.. Bu işaretleri ilk fırsatta ona da öğretmem lazım.

:) ve :( noktalama işaretlerimizin arasına katılsın artık diyorum ve bütün faydalı icatlar için sorduğumuz gibi onlar gelmeden önce ne yapıyorduk diye merak ediyorum :)

Hamile Kedi


Şirketin orada dünya güzeli bir kız kedi var. Çok da insan canlısı, bıraksak içeri girecek, birimizin, olmadı şirketin kedisi olacak. Bir süre önce kız kedinin hamile olduğunu farkettik. Hem hamile, hem de kedi olmak zor birşey olsa gerek. Ama herkes onun farkında, aylardır herkes ona yemek vermek için uğraşıyor, öğle yemeklerinden artanlar toplanıyor, kedi bir gün ortalıkta görünmezse herkes birbirine soruyor. Ve herkes merakla ne zaman doğum yapacağını bekliyor.

Keşke ne zaman hamile kaldığını bilebilseydik, çünkü karnı gitgide büyüyor. O kadar kocaman oldu ki, 9 yavru yavrulayacağını iddia edenler bile var.

Günler geçiyor, geçiyor, kedicik hala hamile. Herkesi kedilerin çoğalması üzerine aldı bir merak. Kedi uzmanı olduğum için herkes bana soruyor; kedilerin hamileliği kaç ay sürer, kediler kaç yavru doğurur, kediler sadece Mart ayında hamile kalmaz mı.. sorular, sorular..

Çoğu insan sokaktaki kedilerin varlığını farketmez, görmez bile onları. Bir kedisever de en olmadık yerdeki kediyi bile 'görür', fark eder, hatta yüzüne bakar, uzaktan bile olsa sever :) O yüzden bu güzel kızın (Hello Kitty diyorum ben kendisine) insanlara kedilerin varlığını fark ettirmesine çok seviniyorum.

Artık endişelenmeye başladık. Hello Kitty'ye süre verdim, bu haftasonu da doğum yapmazsan seni doktora götüreceğim dedim.

Bu sabah ofise geldiğimde güvenlikteki Ümit'i elinde bir kedi eviyle görünce şaşırdım, alt kattakiler almış, kapağını kendisinin iterek girip çıkabileceği bir ev.. 'Kedi doğum yapmış' dedi 'ama eve girmiyor'.

Şirkettekilere müjdeyi verdim, herkes sevindi. Şimdi sıra yavruları ne zaman görürüz'ü merak etmede :)

3 Mart 2010 Çarşamba

Çinliler



Levent'le Doğa Balık'ta oturuyorduk, o kadar yorgundum ki, o kadar uykum vardı ki.. Oradan yatağıma ışınlanmak istiyordum, olamayacağını biliyordum ve birdenbire yine Çinlilere sinirlendim..

Galiba Samuel Huntington'ın kitabında okudum; Çinliler kağıdı 2.yüzyılda filan bulmuşlar ama bu büyük sırrı tam 700 yüzyıl bütün dünyadan saklamışlar.. Taa 9.yüzyılda Orta Asya'ya, sonra Araplara, oradan Endülüse ve oradan da Avrupa'ya gelebilmiş kağıt.. Oradan oradan diyorum ama 13.yüzyılı bulmuş bu geliş.. Ve hop Rönesans ve Reform baslamış.. Hop dedigim de yine, bir-iki yüzyil da orda kaybetmişiz.. İşte bunun icin sinirleniyorum Çinlilere... İnternet 1700lerde filan bulunurdu belki. Bugün de balıkçıdan eve ışınlanıyor olabilirdik..

Sabahlari trafikte Çinlilere sinirleniyorum. Televizyonun kumandası bozulunca. Laptopın şarjı bitince. Herşey onların yüzünden. Kağıdı bulup da bizden saklamaları yüzünden. Haksız mıyım?

2 Mart 2010 Salı

Annanem



Annanemi anlatmaya baslarsam gunler surer. Bugun sadece birseyini anlatacagim; nesnelerle konusmasini. Deli ya da bunak oldugundan degil, onlari kisilestirdiginden konusurdu nesnelerle. Onu oyle konusurken izlemek cok eglenceliydi ama asla garip degildi. Gecenlerde evde bulamadigim terliklerime kizarken birden annanemi hatirladim; bunu ben de yapiyorum, nesnelerle konusuyorum, cok rahatlatiyor :))

Sacini tararken saciyla ve tarakla konusurdu. Artik iyice incelmis sacini, ince disli, tahta bir tarakla taramaya calisirdi. Saci dolasir ve acilmazdi, iyi tarayamadigi icin taraga, dolastigi icin de sacina kizardi. Taragi sobaya atmak, sacini da kesmekle tehdit ederdi. Diyorum ya, cok eglenceliydi.

Iyi kesemediginde makasa, elini yaktiginda caydanliga, ruzgardan sertce acilirsa pencereye kizardi. 'Sen' diye ikinci tekil sahista konusurdu nesnelerle ve gercekten canliymislar ve islerini iyi yapmayan birtakim sihirli yaratiklarmis gibi davranirdi onlara.Simdi dusunuyorum da, 'iyi' konustugu nesne yoktu pek, guzel pisirdigi bir kek icin firina, basagrisini gecirdigi icin ilacina tesekkur ettigini hic duymadim :) ama haberleri sunan spikerle iyi konusurdu. 'Iyi aksamlar' derdi ana haber bultenini sunan spiker TRT'de. 'Iyi aksamlar' derdi annanem. 'Haberleri sunuyoruz. Once ozetler' derdi. 'Dinliyoruz' derdi annanem. Haberler bitip spiker veda ederken annanem de ona tesekkur eder, agzina saglik derdi.

Bunun icindir belki ne Harry Potter, ne Marquez'in buyulu gercekligi garip gelmez bana, hayati 'buyu'ye cevirmek oyle kolay ki...

Üflenmiş Mum Kokusu




Mutlulugun kokuları var. Mesela bir tanesi üflenmiş mum kokusu. Burada birkaç saniye durup bu kokunun nasıl bir şey oldugunu hatırlamanızı beklemeliyim....

Doğumgünü pastamı en son üflediğimde, bunu farkettim. Doğumgününü kutlamayi herkes cok sevmez, ben cok sevenlerden, her sene birkaç kere pasta üfleyecek kadar cok sevenlerdenim. Dogumgünü pastası (bakın daha söylerken bile içime pembe bir mutluluk yayiliyor :) beni çocuk gibi yerimde zıplatır. Mutluluk önce ışıktır, pastanın üzerindeki minik mumlarla size doğru yaklaşan, sonra koku, üflediğinizde o renk renk mumlardan çıkan ve sonra da sestir, arkadaşlarınızın alkışlaması, bagrışması, size sarılması :)

Yarın sabah poğaça aldığınız pastaneden bir tanecik pasta mumu isteyip, onu yakıp üfler misiniz benim için, mutluluğun kokularından birini hatırlamak için?

28 Şubat 2010 Pazar

Asansör


Defne asansöre binmeye bayilir. Asansörsüz bir apartmanda bile, mesela Ebrular 5.katta oturduğu için 5 kat boyunca her katta 'asansöre binelim mi?' diye sorar, 'burda asansör yok Defnecim' cevabinin bir kat sonra değişebileceğine inanir, inançla sormaya devam eder.

Demin eve gitmek için kapıdan çıktılar, 'burda asansör var mı?' dedi, 'var tabi, istersen binebilirsin' dedik. Asansörün kapısına gitti, 'binmek için çağırman lazım ama' dedim. Ağzından memesini çıkardı, asansöre doğru 'asansöör, asansöör, asansöör' diye bağırmaya başladı.. Defne asansörü 'çağırıyordu' :)

2,5 yaşındaki bir insanla konuşurken herşeyi birinci anlamında anladıklarını unutuyor insan bazen. Ama fena mı oluyor, hep birlikte gülüyoruz :))

27 Şubat 2010 Cumartesi

Köpek Bey Amca


Karsidaki tek katli, bahceli evde yasiyor. Yasli, yalniz ve huysuz. Genelde bahcenin kapisindan gelene gecene ters ters bakip havliyor. Uzun degil, birkac kere. Yasli, huysuz bir emekli amcanin homurdanmasi gibi. Ben cok cekinirim kendisinden. O yuzden ona Köpek Bey Amca derim.

Bazen yenmemis pizza dilimlerini atiyorum ona camdan. Pizzayi sever ama bin saatte ona seslendigimi, pizza atacagimi anlamaz. Sonunda anlayip yaklasir, ama pizzayi asla attigim yerde yemez, ötede bir yeri var, götürür, orda yer. Dilimi bitince tekrar gelip yukari bakar, diger dilimi atarim, oraya götürür, yine orda yer. Neden bilmem.

Kar yagiyordu. Kar yagarken, yagmur yagarken karsidaki tek katli eve bakmayi cok severim. Köpek Bey Amca bahcedeydi, bembeyaz karla kapli bahcenin ortasinda kivrilmis yatiyordu. Gökten lapa lapa kar yagarken neden bahcede karin altinda oylece yattigina anlam veremedim. Cok yasli insanlar bazen daha fazla yasamak istemezler ya, Köpek Bey Amca da ölmek mi istiyor diye düsündüm ona bakarken.. Ama üstünde de, etrafinda da hic kar yoktu :)

23 Şubat 2010 Salı

Kıyamet


11 Kasım 2006


Mart ayında bir rüya gördüm, aslında tam gününü bile biliyorum, 8 Mart.. Detaylarını artık hatırlayamadığım bu rüya bana dedi ki 8 Kasım Çarşamba günü kıyamet kopacak. 8 Kasım gününün benim icin hiçbir anlamı ve önemi yoktur, taa Mart ayından aklimda kalacak bir tarih de değil. Zaten burada onemli olan bir tarihin verilmesinden ziyade 8 Kasım'in hangi güne geldiğinin de söylenmesiydi. Uyanır uyanmaz bir takvim buldum ve korkuyla 8 Kasım'ın gerçekten Çarşamba gününe denk geldigini gördüm.8 Mart günü gördüğüm bir rüya, tam 8 ay sonra, 8 Kasım Çarşamba günü bana kıyamet kopacağını söylüyordu. 8'in laneti!

Bu durum beni etkiledi. Batıl inançlarım vardır diye açıklayamayacağım birşey bu, çünkü batıl, hurafemsi seylere verilen bir sıfat, önünden kara kedi gecince huzursuz olmak, ayna kırılınca ugursuzluk olacagini sanmak gibi.. Benim inanç ve korkularım daha dinsel kökenli ve dolayısıyla daha metafiziktir. Pozitif bilimle yetişmiş bir aydın insan olmakla işte bu anlattıgım herşey birleşir, bana göre tam bir Dogu-Batı sentezi çıkar karşınıza. Çok da evhamlı bir kişiliğim oldugu gerçeğini de bunun üzerine katarsak 8 Kasım rüyamı ben hafife alamadım.Rüyayı görmemin hemen ardından, sadece enteresan bir olay olarak çevreme anlatip arkadaşlarımla gülüşerek rüyayı unutabilecegimi sanmıştım ama öyle olmadi. Zaten ben, ben oldugum icin hiç gercekci bir çaba da degildi bu.. Internette rüya tabirleri sayfalarini bu zaman zarfında defalarca elden geçirdim. Kitapcilara girdigimde, bu kitapların oldugu raflara götürdü beni ayaklarim. Ne kadar çok rüya tabiri kitabı olduğunu görseniz şaşarsınız.

Rüyadan etkilenmemin aslinda tek bir nedeni vardı; Çarşamba. 8 Kasım'ın Çarşambaya denk gelmesini aklım almiyordu ve bana göre rüyanin doğaüstü olan tek tarafı da buydu.

Bu zaman zarfinda neler yaptım? Çeşitli senaryolar geliştirdim; a) O gün gercekten kıyamet kopacaktı. Ama bunun vahiy edilecegi kişi olarak benim seçilmiş olmam pek olası görünmediği icin (kendimi fazla önemsemiş oldugumla dalga gecen arkadaslarım da oldu) bu seçenek pek aklıma yatmıyordu. b) Ben ölecektim. Rüya tabirlerinde kıyamet maddesinde anlatilan onlarca seyden biri, sadece bir cumleyle gecistirilen 'Uzerine kıyamet kopan kişi ölür' açıklaması beni deli etmişti. Rüyamda üzerime kıyamet kopmadigindan emindim ama zaten bana bir tarih veriliyordu ve kıyamet 8 Kasım'da kopacaksa, benim de o gün ölebilecek olmam hiç de yabana atılacak bir olasılık olmuyordu bu durumda. c)Rüya tabirlerinde anlatilan diğer seçenekler geliyordu topluca; örneğin toplum icin onemli bir olay olacak olmasi (mesela sonradan ogrendik ki 8 Kasım'da Avrupa Birligi İlerleme Raporu aciklanacak!) ya da bana genel bir uyarı olmasi vs vs... benim hiç dikkate almadigim cılız oneriler yani.

Mart ayından 8 Kasım'a kadarki surenin ne kadar uzun olduğunu bilemezsiniz. 8 Kasım'da ölecek isem, zaman zaman kendimi, yasayacak o kadar zamani olan bir hasta gibi hissettim. Vakit yaklaştıkca, hakkında ölüm cezasi verilmis bir mahkum gibi. Insanın hayatını tek bir güne ayarlamasının ne kadar zor birsey olduğunu yasadim. Beklemenin ve beklerken düsünmenin ne kadar agir olduğunu.. 8 Kasım'i ve onun cagristirdiklarini en yoğun hatırladığım anlar en mutlu anlarım oldu. Bana ölmek icin en iyi zamanlar en mutsuz oldugum anlar gibi gelir hep.

Gecen haftalarda senaryolarima bir yenisini ekledim. Tekrar tekrar okudugum rüya tabirlerinden, herhalde ölmeyecegim sonucuna varabilmek icin biraz da, bilincaltindan ve yakinlarda yasanan iki kucuk depremcikten de esinlenerek bir ampul yandi kafamda. Osmanlilarin depreme küçük kıyamet dediklerini okumustum bir yerde. 8 Kasım bana buyuk Istanbul depreminin tarihini veriyor olmasindi? Birkac hafta buna inanarak yasadim, sonra bunu da biraktim bir kenara.

Gel zaman git zaman, bu 8 ay da, hayatin her donemine oldugu gibi, su gibi akip gecti ve zaman çok çok yaklasti. Tahmin edebileceginiz nedenlerden ötürü o gün ise gitmemeye ve evde kalmaya karar verdim. Beni yakından tanıyan birçok insan ve hatta onların tanıdıkları insanlarla birlikte, 8 Kasım gününün doğuşunu merakla beklemeye basladik.

Bugün 11 Kasım. Kıyamet kopmadı. Ben ölmedim. Toplumu ilgilendiren bir büyük olay da olmadi. Deprem de olmadi.

Şimdi evrenin bana neden böyle bir oyun oynadığını düşünüyorum...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Çikolata Cadısı

Geçen yılın yaz tatilinde Nice ve Fransız Rivierasını dolaştık. Nice'e indik ve Nice'de kaldık; Nice Fransız Rivierası diye tabir edilen ve Saint Tropez'den baslayip İtalya sınırına doğru Monte Carlo'ya kadar uzanan sahilin başkenti gibi. Nice'de kalırken araba kiralayıp bir baştan bir başa dolaşabiliyor, hatta dağ köylerine bile çıkabiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık.

Bu seyahatle ilgili anlatılacak yüzlerce şey var ve ben hepsini sırayla anlatmak istiyorum. Bir yeri, gidip gören birinden dinlemek gibisi yoktur çünkü. Bir gün siz de gideceğiniz zaman, hem benim anlattıklarımdan beğendiklerinizi seçer, hem de kendi Riviera planınızı yaparsiniz.

Nice'in Vieille Ville dedikleri (old town) bölümü daracık sokakların küçük meydancıklara açıldığı bir labirent gibi. Bu labirentin içinde bir kasapla bir sanat galerisini yanyana görmek mümkün. Ama mutlaka her binanın altında, ya denemeden geçmek istemeyeceğiniz bir küçük restoran, ya bir tahta oyuncakçı, birkitapçı, birşapkacı ya da sıklıkla önünüze geleceği gibi bir dondurmacı var. Çikolatacı, şekerci, dondurmacı Nice'de insanın aklını başından alıp 'bir ay kalırsam bu iş 100 kiloda biter ' dedirtecek kadar çok ve muhteşem.

Ben bugün size L'Art Gourmand'i anlatacağım.
Kapıdan girince bunun olsa olsa bir cadının işi olduğunu anlamıştım zaten ve büyülenmiş bir şekilde, resimlerde gördüğünüz şekerlerin, çikolataların, bisküvilerin önünden geçerken, tezgahın arkasında, insanlarla hiç ilgilenmiyormus gibi duran cadıyı gördüm. Kısa kızıl saçları, uzun bir burnu vardı (evet, cadı olduğunu saklayamıyordu) ve belli ki az önce bütün bu inanılmaz şeyleri mutfağında yapıp bitirmiş ve çıkmıştı.

Yaptığı çikolatalardan bir kez yedikten sonra her gün her akşam ayaklarımızın bizi L'Art Gourmand'a getirmesini ve her seferinde 'bunları artık yemiycez, eve götürücez' dediğimiz halde, sonunda dayanamayıp yediğimizi ve yatağımıza uzanıp mutlulukla midemizi ovuşturduğumuzu hatırlayıp gülümsüyorum :)

Google'da aratırsanız, sitesi falan yok. Neden? Çünkü o büyülü çikolataları yaptığını sadece oraya gelenlerin görmesini, yemesini ve anlatmasını istiyor çikolata cadısı :)













18 Şubat 2010 Perşembe

Yumurta




Bugun browni yaparken birsey farkettim. Kendimde bir turlu anlayamadigim birseyi.. neden yumurtalara karsi bu kadar nazigim..

Yumurta pisirecegim ya da keke browniye yumurta kirmam gerektiginde yumurtalara kararli bir sekilde yaklasamiyorum. Once bir yere vurup yumurtayi catlatirsiniz ya, iste o vurma ani benim icin olmasi gerektigi sertlikte ya da kararlilikta olmuyor hic! Yumurtalara karsi tuhaf bir cekingenligim var.. Olmasi gerektigi gibi yapmadigim icin de sonuc kotu oluyor elbette; dogru duzgun catlamamis yumurtayi ikiye ayirip da dusmesi gereken yere dusuremiyorum. Ya kabuklar da dusuyor yumurtayla birlikte ya da bir kismi yumurtanin icinde kaliyor..

Yumurtalarin karsisinda cesaretim neden bu kadar az ?

Cok kirilgan olduklari icin galiba. Bunu bildigim icin onlara sert davranamiyorum.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Tuvalet Koleksiyonum


Aklimin icinde bir tuvalet koleksiyonu var.

Gittigim butun kafe ve restoranlarda tuvalete gitmek benim icin cok eglenceli birseydir. Tuvaletler yeterince ilginçlerse aklimin icindeki tuvalet koleksiyonuna girmeye hak kazanirlar.

Tuvalet koleksiyonumun en nadide parcalarini sizin icin siraliyorum;
Maria'nin Bahcesi; girince insan kendini cok garip hissediyor, arka taraf Maria'nin evi ve sanki onun tuvaletine girmis gibi sasaliyorsunuz.. Aynalarin onu tipki bir kadinin sifonyeri gibi cifit carsisi, karmakarisik; yarisi kullanilmis parfumler, makyaj malzemeleri.. kapida asili bir makyaj cantasi. Duvarlarda Maria'nin kendi elyazisiyla, bir kagida yazip kesip yapistirdigi özlü sözler.. cok ilginctir bu tuvalet cok.. herseyi rahatca karistirabilmek icin bir yemek boyunca 3 kere gidesiniz gelir :)

Limonlu Bahce'nin tuvaleti; icinde bir agac olan tuvalet :) kapiyi acarken neredeyse agaca carpiyor kapi, giriyorsunuz ve bir elinizi agaca koyarak oturabiliyorsunuz.. garip bir duygu.. :)

Arka Bahce'nin tuvaleti; iceride insandan daha buyuk bir, heykel mi desem ne desem, dev bir insan figürü var.. İstisnasiz, tuvalete her giriste bir ciglik atiyorsunuz, hatta ayni aksam iki kere giderseniz iki kere ciglik :)

Bunlarin disinda, en cok dikkat ettigim sey kadin-erkek tuvaletlerini ayristirma isaretleri. Buralar da restoranlarin yaraticiligini en cok gosterdikleri noktalar bence. Joke Perestroyka'nin kadin tuvaletlerinin kapisinda memeler, erkek tuvaletinin kapisinda da sünnetci ilani vardi :) Ayrica tuvalette dergi bulunduran gordugum tek yer de orasiydi :)

Koleksiyonuma katmami onereceginiz tuvaletler varsa, merakla bekliyorum :)

Uçan Kadın


Durup dururken de aşkla ilgili yazabilirdim ama Türk'üm ya, günlerin anlam ve önemi aklima giriyor illa ki :))

İşte Sevgililer Günü yazisi bu; Göksel'in şarkısı.. İnsanin dinlerken yerinde duramayip hoplayip ziplayasini getiren şepşeker şarkı. Eski Türk filmlerinde aşıkların kavuştuğu sahnelerde çalardı, hatırlarsınız. Hepinizden rica ediyorum, indirin, dinleyin ve o hafif pembe melteme birakin kendinizi.. aşık mısınız degil misiniz falan unutun, aşk diye birşeyin dunyada varolmasi bile bu şarkıyı dinleyip o pembe mutluluk bulutuna puff diye girmeye değer.. :))

(Yukaridaki tatli Marc Chagall resim alti yazimiz da; "aşk bir kadina ne yapar" olsun ve aşık olduğu kadını uçuran bütün erkeklere gitsin :)

Benden sorsan ummanlardır derdim
Hani gözlerin var ya
Bülbülleri susturup dinlerdim
Tatlı sözlerin var ya

Katmer katmer gül açar gönlümde
Hani gülüşün var ya
Daha mutlu olamam ömrümde
Beni öpüşün var ya

Senden başka, senden başka
Gözüm görmez hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Duyamam ben hiç kimseyi

Senden başka, senden başka
Sevemem ben hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Olamam senden başkasıyla

Dizlerim titrer sen görününce
Hani o gelişin var ya
Aklımdan çıkmaz bütün ömrümce
O çapkın gülüşün var ya

Bir ilkbahar yağmuruydu sanki
Ardından güneş doğar ya
Yaktı bir ateş gibi inan ki
O kor dudakların var ya

Senden başka, senden başka
Gözüm görmez hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Duyamam ben hiç kimseyi

Senden başka, senden başka
Sevemem ben hiç kimseyi
Senden başka, senden başka
Olamam senden başkasıyla


31 Ocak 2010 Pazar

Yemek Yapabilmek



Geçenlerde şöyle birşey düşündüm; her insana tek bir yetenek bir anda bahşedilecek olsaydı, ben ne isterdim diye, elimden ne iş gelsin isterdim diye düsündüm.. öyle insanlarin aklini okumak, görünmez olmak gibi doğaüstü bir yetenek değil.. başka insanlarin becerebildiği ama benim elimden gelmeyen birşey..

Çok uzun düşünmeme gerek kalmadi, elimden hiç gelmeyen birşey var; çok güzel yemek yapabilmek.. daha da dürüst olmam gerekirse, sadece yemek yapabilmek de diyebilirim :)) evet, ben bu yeteneği istiyorum. fransizca konusabilmek, dalabilmek, tango yapabilmek, uçak kullanabilmek, şarkı söyleyebilmek de isterdim, ama ben sadece yemek yapabilmek istiyorum. Çünkü hazirlanmiş, sadece firina verip pişirilecek bir böreği bile pişiremediğimi bugün hayretle gördüm..

Firini calistirdim, 170 derecede, turboda. 10 dakika sonra börek firindaydi.. kendisini sürekli gözledim, yanmasin diye.. sonunda üzeri yeterince kizardi, cikardim, dinlenmeye biraktim. içinde bile birakmadim, cunku birakinca kuruyor, bu kritik gercegi daha önce aci bir tecrubeyle ogrenmistim :) cikardim, dinlendi, kestim, cay da hazirdi.. oturdum yemeye basladim. D da geldi, bir catal aldi, "ama bu pismemis" dedi.. zavalli ben.. zavalli börek.. :)) kendimi herseyin yolunda olduguna öyle inandirmisim ki bunu bile farketmemişim...

Ama pes etmeye niyetim yoktu. Firini tekrar isittim. Borek firina girdi.. Bekledim. Bekledik.. Noldu biliyor musunuz? :)) yandi :)) neyse ki sadece üstü yanan kisim.. güzel bir dilim kesip üst kismi ambalajin kapagi gibi kaldirip kalani yiyebiliyorsunuz.. :))

Yeteneklerin bir chipi olsun, kafamizin icinde download edelim, hemen yemek pisirmeye baslayabileyim istiyorum..

30 Ocak 2010 Cumartesi

Küçük Hikayeler

Hayatimin her gününde bir tane küçük hikaye yasiyorum - eger farkinda dolasiyorsam ortalikta. Her gün mutlaka bir tane birsey oluyor o günü hayatin diger tüm günlerinden ayiracak. O günü yasarken o kücük hikayeye rastladigimda küçük bir havai şimşek gösterisi oluyor içimde. (Evet havai fişek değil, biz ona Derin'in dediği gibi havai şimşek deriz :) Ve hemen yazmak istiyorum ama yazamiyorum, siz de ögrenemiyorsunuz.. ama yeni yil hala yeniyken bunu karar yapalim hadi, her günün küçük hikayesini yazmadan geçmeyelim.. Ben ki hayatimin ilk yarisinin her günü günlük yazmis ve evinde çekmeceler dolusu günlüklerine yer bulmakta zorlanan birisiyim...

Bu sabah "Cumartesi Gecesi Atesi"ne kapildim yine, oysa soguk alginligimdan hala tam iyilesebilmis degilim, cok halsizim.. Foxlife'ta cok sevdigim bir dizi var her cuma aksami, Mistresses diye. Cuma aksamina dizi mi konur, insan seyredemez ki demis ve kizmistim sevdigim bir diziyi seyredemeyecegim diye, dun 4. bolumunu izledim.. seviniyim mi üzüliyim mi bilmiyorum. Haftaici yogun calisip haftasonuna da güzel güzel plan yapabilen insanlardan olamadim ben bunca yildir.. Hatta simdi soyle bir tez yaziveriyorum hemen; haftaici rahat calisan insanlar, haftasonuna da en güzel planlari yapan insanlar oluyorlar cunku hem zamanlari, hem de kafalarinda bos remleri var bunu becerecek.. iki kat haksizlik..

İnternet yokken, mail yokken napiyor musuz diye hayiflaniyoruz ya bazen.. napiyor olacagiz, daha rahat bir hayatimiz vardi.. simdi hangi aletle yetisecegimizi sasirdigimiz bir selin icinde akip gidiyoruz, dogru düzgün iz bile birakamadan..

Her yazinin kendi bittiği yere kendisinin karar verdiğine inanan bir "yazar"im. Bu yazi da burada bitti.

2 Ocak 2010 Cumartesi

Avatar



Günler sonra nihayet bilet bulup Avatar'i izleyebildik. İzleyenler bilir, 3D bir kahramanlik destani.. baştan sona nefesimizi tutturdu bize aksiyonu ve temposuyla. filmden çıktık, merdivenlere doğru yürüyoruz, arkamizda 9-10 yaşlarında iki oğlan çocuğunun konuşması çalındı kulağıma.

Biri dedi ki heyecanla, 'filmde Jack Sully vardi ya, onun yerinde olmak isterdim.'

Öteki 'ben istemezdim' dedi. Ben bile çok şaşırdım, dönüp arkama baktim.

'Neden ki?' dedi Jack Sully olmak isteyen şaşkınlıkla.

'Çok zor yaaa..' dedi öteki... :))

Hala gülüyorum bu konformist, realist ve dürüst arkadaşa :))) ben her oğlan çocuğunun içinde bir süper kahraman gizli sanirdim, olmadigini bugun ögrendim...

Siz ister miydiniz Jack Sully olmak? Cevap vermeden ciddi bir düsünün :))