İnsanların el yazılarına bakıyorum bu aralar.. Günlerdir süren bir şirket toplantısında, insanların bir defterlerine, bir kendilerine bakarken böyle bir oyun çıkardım kendime. El yazısından karakter tahlili yapmak gibi değil de, hayat bir defterse, biz ona nasil yazıyoruz, öyle. Mesela silik mi yazıyorsun, bastıra bastıra mı... Küçücük harflerle mi, kocaman kocaman mı... Sayfaya yayılarak mı, bir köşeye sıkışarak mı... Yazın özenli mi, karalama gibi mi... Çocuksu mu, yetişkin mi...
El yazımız hayata bıraktığımız iz gibi gelmeye başladı bana. O da nasıl başlarsa öyle gidiyor.
22 Ocak 2011 Cumartesi
3 Aralık 2010 Cuma
Kaybolmak
Geçen gün Beşiktaş'tan köprü yoluna çıkmaya çalışırken yanlış bir sokaktan saptım. O sokaktan çıkmaya çalışırken daha da derinlere gittim ve bir anda hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim sokaklarında buldum kendimi İstanbul'un. Bütün sokaklar birbirine benziyordu ve nerede olduğumu, ne yöne gitmem gerektiğini çıkartabileceğim bir ipucu yoktu. Dönüp duruyordum. Kaybolmuştum. Ama genellikle kaybolmaya eşlik eden o can sıkıcı his gelmedi içime. Hava çok sıcaktı, gece 11 olmasına rağmen insanlar sokaktaydı, evlerinin önüne masalar, sandalyeler çıkarmışlardı, ışıl ışıldı her yer, şehir evine çekilmiyordu. Ben de yavaşça, 'kaybolma'dan 'gezinti'ye geçtim, sokak aralarında dolaşıp durmak ve gideceğim yolu bulamamak hiç üzmedi beni. Hatta o geceden, o kaybolmadan ilham aldım.
Bugün işyerinden 1 günlük izinliydim, bu kez planlı bir kaybolmanın içine kendim girdim. Sabah evden çıktım, İstanbul'un daha önce hiç gitmediğim semtlerine gitmek, hiç ayak basmadığım arka sokaklarında dolaşmak için. Kısmen başardım. Sıcak yüzünden kısmen.. İstanbul öyle büyük, öyle katman katman bir şehirdi ve hava o kadar sıcaktı ki, İhsan Oktay Anar'ın bir kitabındaki kahramana özendim; dünyayı oturduğu yerde, aklının içinde gezen o kahramana.
Kaybolmak demişken, Beşiktaş'ta kaybolduğum o akşam, beni 'kaybolmuş' yapanın ne olduğunu düşündüm. Gideceğin yeri bilmek ama oraya gidememek, kaybolmak. Gitmek istediğin bir yer yoksa, kaybolmak yok, dolaşmak var.. :)
12 Kasım 2010 Cuma
Ayaküstü
Kitap okumaya dair hissettiğim en yoğun hazzı, kitapçıda ayaküstü, merak ettiğim bir kitabın, rastgele bir sayfasını açıp okumaktan alıyorum. Bir sayfayı okuyorum, kitabı yerine koyuyorum, bitti. Ben kitabı kapatırım, ama içindeki olaylar akmaya devam eder, Viktor karısını terk eder, Aydan küçük kızı yanına çağırır, yeniçeriler kapıyı yumruklar. Bir evin penceresinden evin içine bir süre bakıp yürüyüp gitmek gibi. Sadece bir sayfalığına ordayım, onlarlayım, sonra yokum, bir başka yerdeyim.
29 Ekim 2010 Cuma
Eskici
Bugün bir eskici gördüm sokak arasında; onların ittikleri, tekerlekli, büyükçe tahta arabaları olur ya tezgah gibi, işte o arabanın üstüne yumuşak güzel bir şezlong koymuş, birisi vermiş yani, onun üstünde de dev bir oyuncak ayı uzanmış yatıyordu. Bu güzel güneşli günde, sevimli bir kocaman ayı şezlonga uzanmış, adam da onu bir yerlere götürüyor gibiydi.. bir güneş gözlüğü eksikti ayının :)
Eskiciler ne acayiptir di mi; birisinin eskisini, başka birisinin yenisi yapıverirler..
20 Ekim 2010 Çarşamba
Yazmak. Çok Yazmak.
Tam 600 sayfalık bir kitap okuyorum, Henry James'in bir romanı.
Olan biten çok az şey var, biz karakterlerimizin iç dünyalarını tanımakla meşgulüz, kendi iç dünyamı, kişiliğimin siluetini Ralph, Gilbert ya da Isabel'inki kadar enlemesine boylamasına bilmiyor olabilirim, iiiiinnnnnceciiik ilmeklerle yavaaaş yavaaaş dokunan bir kumaş düşünün...ve en sevdiğiniz tatlıyı yer gibi bir romanı okuduğunuzu... yüzlerce sayfa boyunca yazar, bize hissettirmeden vites artırır, arabanın ne ara o kadar hızlandığını farkedemezsiniz bile. İlk yüz sayfayı okuduğum sürenin yarısında ikinci yüz sayfayı okudum, onun yarısı kadar zamanda üçüncü yüz sayfayı ve dün artık elimden bırakamıyordum kitabı, sabah birkaç sayfa daha okuyayım derken işe geç kaldım... Tehlikeli bir oyun bu sayın yazar, ya en başta bıraksaydım kitabınızı...
Tam 600 sayfa.. Dün düşündüm, o kitabı bir deftere el yazımla geçiriyor olsaydım, bunu yapmam bile haftalar sürerdi.. Ya yazmak???! Bunun gibi yirmi derin roman ve daha başka pek çok şey yazmak???!
Bu vesileyle, bugünün küçük hikayesi, büyük yazar Henry James'i takdimimdir. Geç bile kalmışım...
9 Ekim 2010 Cumartesi
Kopernik
Kopernik Polonyalıymış. Alman ya da Hollandalı falan değilmiş. Dün öğrendik.. Koskoca Kopernik. Nedense ağırımıza gitti Polonyalı olması :)) Gökbilimci, fizikçi neden önemli, çünkü onların buldukları bütün diğer bilimleri, hatta inanç sistemlerini etkiliyor. Kopernik de öyle, güneşin dünyanın etrafında değil, tam tersi dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ispatlamış, bilimsel devrimi başlatmış.
Bizim böyle gökbilimcimiz var mı, hadi tamam o da şart değil, böyle çook meşhur bilim adamlarımızı bir sayalım dedik eskilerden. İbni Sina dedik. İranlıymış. Farabi dedik İranlıymış. Biruni, artık bu kesin Türk dedik, o da olmadı. Kökleri kesin olarak bilinmiyormuş, belki İranlı, belki Türki (Türk değil, Türki, mesela Kazaklar da sahip çıkıyor kendisine) ama Türkiliği en zayıf ihtimal, çünkü Farsça, Arapça, hatta Yunanca bile yazmış ama Türkçe, hayır..
Bulamadık böyle dünyaca ünlü, ilimi, bilimi sarsan bir eski Türk bilim adamı şöyle Kopernik ayarında. Bildiğimizi sandıklarımız da böyle çıktı işte. Ama niye Türk sanıyorduk ki biz onları zaten.. Kızılderililer bile Türk ya, ondan mı :)))
23 Eylül 2010 Perşembe
Mevsimler
Mevsimlerin sonuna doğru hep şikayet ederiz ya, yazı bekleriz bekleriz, sonra gelince de sıcaktan bunalırız, ah bir yağmur yağsa deriz. Sonra kış gelir, önce seviniriz, sonra hemen vazgeçeriz, bıktık yağmurdan çamurdan deriz.
Benim buna bir önerim olmuştu eskiden. Bir sonraki mevsimin ne olacağını bilmesek ne güzel olurdu dedim. Şimdi yazdayız ya, sonra hangi mevsimin başlayacağı sürpriz olacak, başladığında anlayacağız sadece. Yazdan sonra pat diye kış da başlayabilir, ilkbahara da dönebilir. Ama biz önceden bilmeyeceğiz hangi mevsimin geleceğini.
Bunu söyler söylemez herkes öyle bir şiddetle itiraz etmişti ki, gören de ben söyledim diye hemen bu sisteme geçilecek zanneder :) ben sürprizli mevsimlerin hayatımıza heyecan katacağından emindim ama herkes bütün mevsimler sırayla gelsin gitsin istedi. Benim dediğim gibi olsa, tatillerimizi planlayamazmışız, çiçekler açınca donarmış, ekonomi bozulurmuş, mağazalar hangi mevsime göre giysi satacaklarmış... Velhasıl olmadı, yazdan sonra yine sonbaharın geleceğini biliyoruz, sonra kış, sonra ilkbahar, sonra yaz...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)